Bugünlerde gazetelerde daha sık karşılaştığım yazılar oluyor, Balkanlardan 1912-1914 yılları arasında zorunlu olarak yapılan göçlere dahil. ‘Dedemin İnsanları’ bu konu üzerine çekilen son filmlerden. Direkt bu konu işlenmese bile mübadeleye dair birçok sahne ve can alıcı, yakıcı cümlelerle karşılarız film sahnelerinde. İnsan genetik mirasını atalarından alır ya, DNA’larında da ruhsal kod olarak taşınıyor duygular. Bu yazıları yazanlar, filmleri çekenler o yılları yaşamış insanların torunları veya çocukları çoğunlukla.
Yıllar önce Yunanistanlı yazar Elsa Hiu’nun ‘ İzmirli Nine’ kitabını okuduğumda, kendi babaannemi ve yaşadıklarını gözlerim yaşlı hatırladım. Ölünceye kadar hep memleketine, doğduğu topraklara dönmek özlemiyle yaşadı. Son zamanlarında yaşlılıktan dolayı şimdiyi unutup, sanki geçmiş günleri bire bir yaşıyormuş gibi olur, bizi de bu sahnelere dahil ederdi. Ben evdeki besleme olurdum, annemin babamın çok iyi insanlar olduğunu anlatırdı. Ben de o yaşlarda gerçek sanıp, ağlamaya başlardım. Tam bir tiyatroydu halimiz.
Annesi o doğarken öldüğü için, babası tarafından el bebek gül bebek büyütülmüş bir çocuk olduğunu anlardım anlattıklarından. Babasının onun için öğretmenler bulup evde ders aldırdığını, kız arkadaşlarına ikram etmesi için çok güzel bir tütün kutusu hediye ettiğini anlatırdı. Beş vakit namazını hiç aksatmaz, rahlesinde Kur’an okur, bazen benim ezberlemeye çalıştığım şiirleri bana okuyup, beni şaşırtırdı. Aklım ermeye başladığında küçük bir kasaba ya da köyde nasıl böyle bir anlayış olabilir diye düşündükçe, yaşadığı yerlere gitme merakı daha ağır bastı.
Tabi bu imkanı yıllar sonra, gerçekleştirebildim. Onu memleketine götürmek kısmet olmadı, oğlunu da. En küçük torun olarak ben ve ailem bu toprakları ziyaret edebildik. Güzel tarafı anlattığı yerlerin adı bile değişmemişti. Doyran Doirani, Poroy Poroi olarak yazıyordu. Bulgaristan sınırına çok yakın bir konumda dağların eteklerinde Doyran Gölü’nü tepeden gören yeşillikler içinde, evlerin halen eski durumunu yenilenerek koruduğu, babaannemin anlatımıyla sokaklarından suların sallım aktığı bir cennet köşesiydi. Bir çok yere gitme imkanım oldu ancak oraya gittiğim zaman hissettiğim duygular çok farklıydı. Sanki ben de orada yaşamış gibiydim.
Kavala’da karşılaştığımız yaşlı karı koca ise yıllar önce Türkiye’den göç etmiş ve halen Türkçe konuşan, çok sıcak kanlı, bizden insanlardı. Tüm Avrupa’da bize en yakın, bizden olanlar.
Bu yolculuklar aslında turistik bir gezi olmanın ötesinde bir anlamda özümüze yapılan göç niteliğinde. Onların yaşadığı zorlukları, acı günleri öğrenip, hayatlarının sonuna kadar çalışarak hayata nasıl tutunduklarını düşündükçe, bir şeylerden şikayet etmek bizim için utanılası oluyor. Kendimize dönüp, çeki düzen vermeye çalışıyoruz böyle zamanlarda, onların torunları olarak.
‘Skycell’
(fotoğraf : skycell.)